30 Ekim 2016 Pazar

Ne İzlemeli: Weekend

Bu filmi yaklaşık 4 sene önce izlemiştim ve o zaman dahi beni o kadar çok etkilemişti ki, ilk "Ne İzlemeli" yazımın konusunun bu olması gerektiğine karar verdim.

Yine bir incelemesini yapacağım Looking dizisinin yönetmeni tarafından yönetilmiş bir film. Tabi ki film diziden çok daha önce çekilmiş, ancak ikisinin arasındaki yönetmen farkını bilmememe rağmen iki yapıtı da çok sevmiştim. Yönetmenin adı Adrew Haigh, ve oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. Her iki yapıtta da sahneler oldukça net, renkleri çok iyi ayarlanmış ve her bir sahne fotoğraflayıp çerçeveye koyabileceğiniz kadar güzel.

Filmin başrollerini Tom Cullen (Russell) ve Chris New (Glen) paylaşıyor. Zaten film boyu da genellikle başka bir karakterle karşılaşmıyoruz. Film bir havuzda cankurtaran olarak çalışan Russell'ın, hetero arkadaşlarıyla geçirdiği bir gecenin ardından gay club'a gitmeye karar vermesi ve burada Glen'le tanışması üstüne kurulu.

Yalnızca bir gecelik bir şey olmasını beklerken Glen, Russell için çok özel biri haline geliyor. Konuşmaları, belirli konularda tartışmaları, sabah uyandıklarında veya birbirlerine veda ettiklerindeki bakışları veya söyleyemedikleri. Yalnızca iki gün süren kısa ilişkileri çok derin bir hal alıyor ve gerçekten kendinizde bir şeyler buluyorsunuz.

2016 yazının benim için özeti sıkça "şimdi olacağı varmış, ileride bir gün yeniden karşılaşacağımıza inanıyorum" cümlesi olduğu için bu film yeniden ve eskisinden olduğundan çok daha fazla anlam ifade ediyor benim için. Sizin de bütün o kareler arasında bir yerde kendinizi bulacağınızdan eminim.


6 Temmuz 2016 Çarşamba

Bu Blogu Yazmaya Nasıl Başladım?


Uzun zaman oldu.

Uzun zamandır kelebekleri hissetmiyorum.

Günün içinde akıp giden zamanın yetmediği bir çalışma temposu unutturdu bana nasıl hissettiğimi bunca zaman. Sorgulamadım. Çünkü sorgulamak istemedim nasıl hissettiğimi. Kendi comfort zone’umu terk etme korkumu ‘ben işkolik oldum sanırım, çok seviyorum şu yaptığım şeyi… oturup günlerce tasarımlar, paftalar, milimetrik hesaplar ve maketlerle uğraştığım yeni hayat biçimimden daha önce hiçbir zaman almadığım bir haz alıyorum’lar ile geçiştirmeye çalışıyorum.


Gerçek şu ki, eğer yeterince zekiyseniz bir gün kaçışınızın olmadığını fark ediyorsunuz varlığınızdan. O zaman ne kadar kötü biri olduğunuzu yeniden yüzünüze çarpıyor düşüncelerniz - çünkü kaçamazsınız onlardan.

Kaçmaya çalıştığım bütün o kötü insanlar ve o kötü insanlarla bağdaştırdığım bütün kötü anılardan ne kadar zevk aldığımı -hem zamanında hem de şimdi- hissettiriyor zaman bana. Çünkü bütün o alternatif grupların konserlerine giden, bir büstten farksız görüntülere sahip, hayat stili dışarıdan insanlara göre ‘mükemmel’ ve zevkleri ‘eşsiz’ bütün o arkadaşlarım, işte burası onları aslında övmediğimin anlaşılacağı kısım, bana yalnızca hayatımda yaşadığım en sıradan, en basit, en sıkıcı ve en… Tekdüze anıları yaşatan insanlar oldular.

Sizin için herşeyi yapabilecek bir erkek ile bir arada şehrin kalbinde "mükemmel" bir dairede yaşıyor olabilir ve "mükemmel" biçimlerindirilmiş hayatlara sahip insanlarla hayatınızın ne kadar "mükemmel" olduğunu tekrar ve tekrar kendinize hatırlatıyor olabilirsiniz.

İşin aslı, hiçbir şeyin yolunda gitmediği o eski kötü hayatı özlüyor insan. İnsan organik bir varlık olduğundan mıdır nedir, bu denli planlanmış hayatlar, uyulan zaman çizelgeleri, mükemmel düzenlenmiş ortamlar bir süre sonra kendi varoluşuyla çelişiyor. Evet, galiba sorunumu buldum!

Uzun bir süredir kendi kendimi yok eden bir sürecin içinde, tam olarak o ‘elektrik’ hissin peşindeyim.

Anıların peşinde koşuyor ve bu blogu yazmaya başlıyorum.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Ne İzlemeli: A Single Man

Son zamanlarda beni oldukça fazla etkileyen bir filmden bahsetmek istiyorum, hatta o kadar çok etkilendim ki ilk "Ne İzlemeli" bölümümün konusu yapmaya karar verdim.

A Single Man, adından da anlayabileceğiniz üzere yalnız, bekar ve gay bir adamın hikayesini anlatıyor. Başrolündeki (her ne kadar yandaki afişte Julianne Moore'un da adı yazsa da) Colin Firth üniversitede İngiliz Edebiyatı profesörü rolünde ve bu rolü o kadar iyi yapıyor ki zaten afişte görebileceğiniz üzere filme en iyi aktör dalında ödül kazandırmış kendisi. (Ayrıca, yaşında göre hayli çekici olduğunu da eklemeliyim :) )

Konuya geçmeden önce son olarak söylemek istediğim şey, filmi izlerken her sahnenin özenle çekilmiş birer sanat eseri olduğu izlenimine kapılıyorsunuz, çok rahat bir şekilde söyleyebilirim ki her bir sahneyi alıp çerçeveleyebilirsiniz. Filmi izledikten sonra sanat direktörünün ve yönetmenin kim olduğunu araştırayım demiştim ki, sorumun cevabını fazlasıyla aldım: Tom Ford.

Evet, parfümlerinin çok beğendiğim, giyilebilecek şeylerine ise sadece yaşlı gözlerle bakabildiğim bu karizmatik abimiz yönetmenlik/sanat direktörlüğü işinde de Akademi ödüllü 40 yıllık yönetmenlerden bile iyi olabildiğini gösteriyor. Sanırım her konuda bolca yeteneğe sahip, insan ötesi bir varlık kendisi. (Diğeri için bkz. Xavier Dolan)

Filmde küçük de olsa Jon Kortajarena da bir role sahip
Film hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. (Söyleyeceğim şeyler spoiler sayılır mı emin değilim  ancak eğer bu filmi izlemeye karar verdiyseniz ne olur ne olmaz, yazının devamını okumayın) George, yani Colin Firth, daha önce de bahsettiğim gibi orta yaşlarında ve bir üniversitede İngiliz Edebiyatı profesörü. Yaşında göre filmde de çevresindeki insanlar tarafından oldukça yakışıklı ve ilgi çekici ancak üzgün biri olarak gösteriliyor.

George, yıllar önce tanıştığı sevgilisini, daha doğrusu aşkını, kötü bir trafik kazasında kaybediyor. Filmin en başından itibaren onu yalnız ve mutsuz bir adam olarak izliyoruz. Sahneler ilerledikçe siz de onun mutsuzluğu ve geçmişe özlemi içerisinde boğuluyorsunuz.

Jim, George'dan yaşça biraz daha ufak 16 yıllık sevgilisi
George'un kalbinin kırıklığını, sahneler boyunca değişmeyen donuk mimiklerinden anlayabiliyorsunuz. Ancak bu sefer biraz daha farklı. Daha fazla bu acıya katlanmak istemediği he halinden belli. Okuldaki masasını boşaltıyor, silahını yanına alıyor, en yakın arkadaşına son bir akşam yemeği için gidiyor. O denli mutsuz ki, kendini öldürmek istiyor. Bu noktada siz yalnızca üzülüyorsunuz.

Filmin genelinde Jim ile yaşadıkları bize Flashback'ler olarak yansıtılıyor. Neredeyse her bir farklı sahnede farklı ve yeni bir flashback ile karşılaşıyoruz. Bu sahnelerde geçen bir konuşma gerek daha önceki sahnelerin hissettirdikleri, gerekse yaşadıklarımdan ötürü beni çok etkiledi ve bunu paylaşmak istiyorum:

The only thing that has made the whole thing worthwhile has been those few times that I was able to truly connect with another person.  /  Bütün bu şeyi yaşamaya değer kılan tek şey, başka bir insan ile sayılı kez kurabildiğim gerçek bağlar olmuştur.

Filmde en çok sevdiğim karakterlerden biri, nedense kanım çok çabuk ısındı.
Daha fazla spoiler verip keyfinizi kaçırmak istemiyorum. Film çekimler, konu ve senaryo bakımından oldukça başarılı ve gay filmleri arasında (ki çok fazla seçenek yok) benim için ilk üç arasında. Tom Ford'un kişiliği bu filme biraz yansımış, filmin başından sonuna kadar izleyeceğiniz yapıtın erkek vücuduna bir övgü olduğunu göreceksiniz. Ayrıca, Jim ve George'un 16 yıllık hikayesi size o kadar gerçekçi gelecek ki.

Daha fazla spoiler yok, izlemenizi şiddetle öneririm. Ve bu kelimelerle ilk "Ne İzlemeli" yazımın da sonuna gelmiş oluyorum. Kendinize iyi bakın :)

9 Haziran 2014 Pazartesi

Yaşın Gelmesinin Hikayesi - 1

Bir önceki yazımda Blogger'a geri döndüğümü ve sıkça yazacağımı söylemiştim. Bütün bir senenin nasıl geçtiğini, nasıl yükseldiğimi sanarken dibe vurduğumu ve sonra birden kendimi toparladığımdan bahsetmiştim. Toparlanmamda yardımcı olan en önemli şey, çizgisiz kalın kapaklı bir deftere kendi el yazımla bütün bunları hikayeye dönüştürmekti. Bütün bir seneyi yazamadım elbette, ama yazabildiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Bölümlere ayrılmış bu ufak hikaye orjinalinde de böyle. Daha fazla yazamayacağımı düşündüğümde uygun bir sonla hepsini bitirdim. Sonra yeni bir bölümden yeniden başladım. Bu okuyacağınız ilk bölüm, 2013 yaz tatilinin bitmesi ve yaşadığım şehre geri dönmemle başlıyor. Bölümde hiçbir olay yok, sadece düşüncelerim. Her şey başlamadan önceki düşünce yapımı aktarıyorum.

Kısa bir ön bilgi vermem gerekirse; daha önce öykünün geçtiği gün daha önce kimseyle öpüşmemiştim bile. Hatta 'gay' olduğumu kabullenme konusunu henüz yeni yeni aşıyordum. Bir arkadaş sayesinde bütün bu 'işlere' nasıl gireceğimi öğrendim. Ayrıca, hikâyenin eşcinsel olmayan insanlara hitap ettiğini de aklınızdan çıkarmayın. Bunu, özellikle bana en kötü anlarımda çok yardımcı olan bir insan için yazdım - ileride ondan da bahsedeceğim.

Hikaye boyunca isimleri, mekanları ve size nerede bulunduğum hakkında bir fikir verecek şeyleri değiştirdim. Ama geri kalan her şey aynı. Son olarak okumaya karar vermeden defterimin de en başında yazdığı şeyi hiç değiştirmeden yazıyorum:  Bazıları hikâyemin ilgi çekici olmadığını söylüyor. Onları suçlayamam. İçimde bastırmaya çalıştığım bir ses var ve sadece beynimin içine rastgele yerleştirilmiş düşünceleri kelimelere aktardığımda kendi sessizliğimde huzur bulabiliyorum ve işte bu yüzden, yazıyorum.

1

Otobüsün camları güneş ışığına karşı mercek görevi görüyordu. Yeterince ince ve açık giyinmiş olmama rağmen bir karınca gibi ısıdan kıvranıyordum. Ancak pek umursadığım söylenemezdi çünkü kavrulan derimin altındaki midem –büyük ihtimalle heyecandan- bedenime daha kuvvetli ve zevkli bir his yayıyordu: Kelebekler.

Sabırsızlıkla dışarıyı seyrediyordum. Ağustos’un sonu olmasına rağmen hava hâlâ temmuz ortasındaymışçasına sıcak ve nemliydi. Bu yüzden otobüsün cehennem sıcağı camının ardındaki göl benden uzaklaştıkça soluklaşan ve en sonunda kaybolan pürüzsüz, ipek bir kumaş gibi görünüyordu. 

Normalde evimin bulunması gereken yer gölden de pürüzsüz ve beton bir duvar kadar opak bir nem tabakasının arkasına saklanmıştı. Diğer insanların hiçbir şey görememesinin aksine ben, bu kırık beyaz renkli perdenin ardından evimi seçebiliyordum. Gözlerimi kapattığımda evimin güzel, çizgileri çok renkli ve parlak ışıklardan oluşma izdüşümü gözkapaklarımın içini yakıyordu. Vücudumun yürüyen bir ölüden farkı olmasının nedeni ruhum, ona gerçekten inanıldığında gerçekleşmesi olanaksız şeyleri dahi bir şekilde gerçekleştiriyordu.

Son bir ayda hayatımın ne kadar değiştiğini düşündüm. Eskiden etraflarında mutlu olduğumu düşündüğüm arkadaşlarımın hepsi artık aynı gün içerisinde saat ilerledikçe gittikçe silikleşen ve en sonunda hatırda izini tamamen kaybettiren rüyalar gibiydi. Çevremdeki insanlar büyük bir hızla değişmişti, tıpkı bir dalganın kıyıya vurup çekildiğinde yüzeydeki her şeyin değişmesi gibi.

Yazın başında tatil bitip de senelerimin dokuz ayını içinde yaşayarak geçirdiğim şehre geri döndüğümde hayatımın eskisinden de sıkıcı olacağını düşünüyordum. Bedenimin etrafındaki iki metre çapında camdan bir balonu ve içindekileri koruyabilmek uğruna ördüğüm duvarlar ve kurduğum yalan imparatorlukları teker teker yıkıldığı için neredeyse tamamen yalnız kalmıştım.

Bu geçmişte yaşanmış bir durumdu ve fazla uzun sürmeden sona ermişti. Artık istediğim türden arkadaşlara –çünkü eğer çevrenizdeki insanlar istediğiniz gibi değillerse de kendinizi yalnız hissedersiniz– ve bir sevgiliye sahiptim. Henüz sevgilimle hiç yüzyüze görüşmemiştik, ancak telefondan duyduğum kadarıyla sesi oldukça karizmatikti ve iki yabancı dili şaşılacak derecede iyi konuşabiliyordı. Ancak bunlar, şu an onunla buluşmaya gitmemin ne ilk ne de ikinci nedeni olabilecek değerde değildi: Sevgilim olarak adlandırdığım bu erkek, Burak, Amerika’ya –rüyaların bizim için gerçek olduğu tek ülkeye- gidecekti ve onunla birlikte ben de gidecektim.

Daha önce hiç istediğim türden bir sevgilim de olmadığı için, bu konuda kendimi daima yalnız hissetmiştim. Şansım yazın başında talihsiz bir şekilde her yaz gittiğim sahil şehrine gitmeden birkaç gün önce, biraz da kendi ağzımı tutamamam sayesinde yıllardır aradığım türden bir arkadaşla tanışmamla değişmişti ve bu arkadaş da beni yıllardır aradığım türden olduğunu düşündüğüm bir sevgiliyle tanıştırmıştı.

Açıklamama izin verin, ancak ben bunları anlatırken ön yargılarınız doğrultusunda davranmayacağınıza ve her ihtimale karşı midenizin konuşma yetinizi ele geçirmesine izin vermeyeceğize söz verin. Bu tip bir konuşma başlangıcı –deneyimle sabit- ben ve benim gibi tüm insanların, diğer insanlara kendileri için en değerli ve en tehlikeli sırlarını anlatmaya karar verdiklerindeki türden bir konuşma başlangıcıdır. İşte tam olarak bu yüzden, ben de bir örnekle içinde bulunduğum durumu izâh etmeden önce böyle bir konuşma başlangıcı yapmamın uygun olacağını düşündüm.

İlk kez kelebekleri hissettikten sonra, sürekli yeniden hissetmeye çalıştım. Benim kelebeklerimin geldiği yer, kendilerini 'normal' olarak tanımlayan insanlarınkinden çok daha farklıydı.
Ve bütün bu anların geneli - belki de en güçlüsünün adıdır kelebekler. Midenizden bütün bedeninize bir dalga halinde anlık bir hızla yayılır. Kollardan dirseklere, dirseklerden bileklere, bileklerden parmak boğumlarına dayanır ve etle tırnağın birleştiği noktadan –bu sırada size daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şeymiş gibi gelen- havaya karışır.Kelebekler dünya üzerinde pek çok farklı kavram için bir metafor olarak kullanılır. Bazıları beyin yıkamak gibi, biraz sonra bahsedeceğim konuyla alakası olmayan türden kavramlardır. Bazı diğerleri ise siz fark etmeden beyninizin en saklı, en güvenli bölümlerine kazıdığı anlarınızdır. Birinin gözünün içine baktığınızda gördükleriniz, kazara birisinin eline dokunduğunuzda vücudunuzda hissettiğiniz tepkiler, zihninizde birisinin sınırsızca dolaşmasına izin verdiğiniz anda göğüs kafesinizin içerisinde bir yerden damarlarınıza pompalanan tatlı ısıdır bu anlar.


İlk kelebeklerimi bir erkek sayesinde hissettim. Adı bende saklı olan bu erkeğin daima yanında ve yakınında olmak isterdim. Gözlerim daima onu arardı ve eğer o benimle bir kez olsun konuşsaydı onun için her şeyi yapabileceğimi, hatta tıpkı ruhumun benim için yaptığı gibi gerçekleşmesi olanaksız olan şeyleri dahi gerçekleştirebileceğimi bilirdim. İşte, kelebekler aşkı imgelerdi! Ben bir erkektim ve kelebekler aşkı imgelerdi.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Yaşın Gelmesinin Hikâyesi

Hey,

Yeniden Blogger oturumunu açıp, bu beyaz boş saymayı doldurmaya başlamak garip geliyor. Uzun bir aradan sonra yeniden bloglamaya başlamak da öyle. Sanki çok eskide kalmış bir alışkanlığa yeniden başlamak veya deja vu yaşamak gibi.


Son yazımın üstünden neredeyse bir okul yılı (9 ay) geçmiş. Yazmayı bıraktığım zamanlardan bu yana çok şey yaşadım, gördüm, deneyimledim. Hepsini son derece dürüstçe anlatmak için sabırsızlanıyorum. Yazıyorum, ama sizin hoşlanmanızı, bağlanmanızı veya iyi bir yorum yapmanızı beklemiyorum. Yazıyorum, çünkü içimde susmayan bir ses var ve onu susturmak istiyorum.

Yine de ilk yazıdan her şeyi bitirmek istemiyorum. Bir sene içerisinde malzeme olarak kullanabileceğim çok şeyim var. Bütün bunları bir yazıda harcamamalıyım sanırım. Yeni okuyanlar veya önceki okurlarım için küçük bir özet ve hatırlatmayla başlasam çok iyi olacak.

Şu an 11. sınıfı bitirdim, yani önümde uzun bir sınav maratonu var. Sanırım 6. sınıftan bu yana kendimin farkındaydım, içimde sürekli bir istek vardı. Zamanla kendimi kontrol etmeye alışmıştım - ancak bütün bunlar 10. sınıfın yazı ve 11. sınıfta iyice kontrolden çıktı. Bu kontrolsüzlüğe neden olan yeni insanlarla tesadüf eseri tanıştım. Güvensizliğim gün geçtikçe daha da arttı.

10. sınıfta küçük bir çocuğun en yakın arkadaşına duyduğu 'aşk' sona erdi. O küçük çocuk da öldü, yerini yakında kendisi de ölecek olan biraz daha az küçük çocuğa bıraktı. Kötü arkadaş çevresi, kalbinin kırılmasına henüz çok yabancı biraz daha az küçük çocuğa.

Bir sene içerisinde bir çok kişiden hoşlandım, yeniden ve yeniden aşık oldum -tamı tamına bir kez-, kötü arkadaşlarla beraber kendi bedenimi 'sattım', çok üzüldüm, yanlış yerde ve yanlış kişilerle bulunmaktan uyuşturucuya başladım, doğru kişiler sayesinde psikiyatrik/psikolojik tedavi gördüm, dostlar kaybettim, düşmanlar kazandım, yeri geldi ağladım, yeri geldi dayanamadım, çaldım, çok kötülük yaptım.

Bütün her şey durulduğunda kendime baktım, zar zor yaktığım ateşte titreyen, titredikçe tenimde gölgeden yollar çizen damarları sağlıksızca çıkmış ellerime odaklandım. Kendimi kurtarmam gerektiğini bildiğim için buradayım. Yeniden, sağlıklı.

Anlatmam gereken çok şey var.
Anlatmam gereken çok şey var.

18 Ekim 2013 Cuma

Degismek İstesem De Beceremedim

Selam yine ben,

Aklımda yazacak çok fazla şey var. Şu anda yazmaya başladığım yazının esin kaynağı, Michael Sikkofield okurken yorumlarda karşılaştığım birinin paylaşmış olduğu bağlantı. (Okumak için buraya tıklayın) Yazıyı okumaya üşenenler için hemen özet geçeyim: Eşcinsellik iğrençtir, eşcinsellere özgürlüğün ne dinimizde yeri vardır ne de ahlakımızda, hatta biraz daha zorlarsak eşcinsellere ölüm...

Bu yazıyı her kim yazmış bilemiyorum. Ama benden pek hoşlanmayacağı kesin.


Macklemore & Rylan Lewis'in Same Love isimli bir şarkısı var. Şarkı bakımından pek sevmesem de vermeye çalıştığı mesaja bayılıyorum. Şarkının sözlerinin bir kısmı şu şekilde: "And I can't change, Even if I tried, Even if I wanted to..." Türkçesi, "Ve ben değiştiremiyorum, denemiş olsam bile, yapmayı istemiş olsam bile..."

İşte bu yazının başlığı ve bunu yazan adama cevabım da buradan geliyor. Şimdi arkanıza yaslanın ve devamını okumak istiyorsanız sayfayı aşağı kaydırın.

Ben çok küçükken, henüz daha ikinci - üçüncü sınıftayken bir kızdan hoşlanmıştım. Hatta tüm cesaretimi toplayıp bir arkadaşımın doğum gününde "Ben sana bişey dicem" diye utangaç bir şekilde konuya girmiş, sonra devamını getiremeden en yakın kanepenin arkasına girmiştim. Neyse ki kız insaflıydı da beni olduğum yerden çıkarmış ve bana "Seni seviyorum" dedirtmişti.

O zamanlar neler hissettim bilemiyorum ama gerçekten o kızdan hoşlandığımı hatırlıyorum. Tabii sadece duygusal olarak. O küçük yaşlarımda kimseye karşı cinsel bir istek hissetmiyordum hehehe..

Daha sonra büyüdüm ve onunla birlikte bir şeyler değişti. Yani demek istediğim, etrafıma bakıyordum ve bütün erkek arkadaşlarım yanlarına bir kız alıyorlardı. Bu durumdan gayet de memnun, zevk alıyormuş gibi görünüyorlardı. Bense kızları en fazla yakın arkadaşım olarak görebiliyordum.

Her ne kadar kendime kabul ettirebilmem uzun sürse de ben hiçbir zaman cinsel açıdan kızlardan hoşlanmadığımı, daima, doğuştan beri bir erkek bedenini arzuladığımı fark ettim. Bu benim seçimim değildi. Annemin karnından çıktığım gün erkeklerden hoşlanıcam lan ben diye doğmamıştım, tıpkı kızlardan hoşlanayım ben demediğim gibi.

Tabi kendime bunu kabul ettiremediğim dönemlerde, veya bunu kabul ettirdiğim fakat insanların üstüme çok geldiği zamanlarda kendimi kızlardan hoşlanmaya zorladım. Bazen, onlarla çıkarsam veya onlarla kendimi diğer erkeklerin yaptığı gibi yakınlaşmaya zorlarsam gerçekten onlardan hoşlanırım diye düşündüm. Fakat olmadı. Tam da şarkı da geçtiği gibi, değiştirmeye çalıştım, ama beceremedim.

Adamın yazdığı konuyla bunların ne bağlantısı var? Hemen o konuya giriyorum... Bu adam gitmiş ve şöyle demiş, ima etmiş, hatta açıkça yazmış:

Hayvanlara tecavüz eden insanları iğrenç buluyorsunuz da, neden eş cinsellere saygı duyuyorsunuz?

Neden biliyor musun? Çünkü her şeyden önce biri hayvan, diğeri insan. İkinci olarak, biz karşımızdakine duygusal olarak bağlanabiliriz, fakat bir insanın bir hayvana bu şekilde yaklaşmasının tek nedeni inanılmaz derecede azmış ve artık kendisine hayvan da olsa birini bulmadı gerektiğini düşünmesindendir. Üçüncü olarak, karşımızdaki insanın da bizim gibi hissettiğini, bizi istediğini biliriz. Fakat bir hayvanın bunu isteyeceğini hiç sanmıyorum.

Arkadaş eşcinselliği sadece cinsellik olarak algılamış demek ki. Siz nasıl görüyorsunuz, bilmiyorum, ancak ben aynı zamanda hem birlikte eğlenebileceğim, hem zamanımın sonuna kadar yanında mutlu yaşayabileceğim, hem kendimi yanında evimde hissedebileceğim, bunların üstüne cinselliğimi beraber yaşayabileceğim kişinin kız değil de erkek olmasını istiyorum. Yani bana göre gay olmak sadece iki erkeğin birbirini becermesi değil, ayrıca iki erkeğin duygusal bakımdan birbirlerinin yanında kendilerini rahat ve huzurlu hissetmesidir.

Aynı yazıda geçen diğer şeylerden biri de, el ele tutuşmanın, öpüşmenin ahlaksızlık kapsamına girmesi. Sadece eşcinseller için değil, herkes için. Bunu da sizin yorumunuza bırakıyorum. Sevdiğim insanla sokakta el ele yürümenin ne gibi bir kötü anlamı, ahlaksız tarafı olabilir ki? Bilemiyorum.

Böyle olmayı ben seçmedim. Eğer doğmadan önce bir seçim hakkım olsaydı, büyük ihtimalle normal olmayı seçerdim. Bütün insanlar gibi olmayı, dışlanmamayı, dalga geçilmemeyi, lanetlenmemeyi. Böyle doğduktan sonra da değişmeye, uyum sağlamaya çalıştım.

Fakat değişmek istesem de beceremedim.

26 Eylül 2013 Perşembe

En Yakın Arkadasa Asık Olmak

Merhaba yazımla bu yazı arasında normalden çok daha uzun zaman geçtiğinin farkındayım, tamam. Uzun bir süre boyunca yazmak için gerçekten hiç zaman bulamadım, gecenin bir vakti de fırsat bu fırsat deyip bilgisayara geçtim ve aklımda kendimi ilk bunu yazmaya odakladığım yazımı yazmaya başladım. İşte şu anda da yazıyorum..

Herşeyden önce, en yakın arkadaşa aşık olmak bırakın bir gay'i bir straight için bile zor bir durum. Hele bir de bu en iyi arkadaş tam bir piç çıkar ve sizi önce umutlandırır sonra da gösterip vermezse durum çok acı verici olabiliyor. Neyse ben başlayayım yazıya, hatta yazı değil hikayeye, hikaye gibi yazıyorum yani anlayacağınız..



Lise benim için büyük bir dönüm noktası olmuştu. Lise 1'de kendimi hemen hemen kabul etme noktasına gelmiştim. Hatta yemekhane sırasında bir-iki kez gördüğüm biri için sınıfımı bile zorla değiştirmiştim, gerçi bu ayrı konu. Yeni geldiğim sınıfta bir sürü arkadaşım olmuştu, ama hiçbiri yakın değildi, hepsine de rol yapmak zorunda kalıyordum. Bunlardan birisi de Ahmet'ti. (İsmini değiştirdim, fakat bir milyonda bir bulunabilecek bir isim emin olun) Çok da yakın değildik aslında. Bana pek sırlarını falan anlattığı yoktu. Çok beraber de takılmazdık. Bu Ahmet'in bir de Mert diye bir arkadaşı vardı (Bu isim de sallama bu arada) Mert aynı zamanda benim de arkadaşlarımdandı. Ahmet, genellikle vaktini Mert ile geçirir, tenefüslerini onunla harcardı. Tabi o zamanlar ben Ahmet'ten hoşlanmadığım için bu beni pek ırgalamazdı.

Sonraları Mert sayesinde Ahmet sevgilisinden ayrıldı, sevgilisi başka bir şehre taşındı, hiçbir mesajına cevap vermedi ve sonuç olarak Mert ve Ahmet birbirleriyle hiç konuşmamaya başladılar. Bu olaylar benden habersiz yaşanmış, bitmiş, bense tatilde göt büyütüyorum; bir gün Ahmet beni aradı ve kırk yıllık arkadaşmışçasına neredeyse dört saat boyunca telefonda benimle konuştu. Ee, ama ben onunla ne ara bu kadar iyi arkadaş olmuştum ki? Hiç bir fikrim yoktu, fakat bu hoşuma gidiyordu.

Sadece mesajlaşsak bile, Ahmet'in bana yazdığı şeyler beni ona yavaş yavaş ve habersizce kendine bağladı. Artık okula gittiğimde onunla yağacaklarımı düşünüyordum. Dahası uyumadan önce onu öptügümü, elini tuttuğumu, birlikte bir geleceğimiz olduğunu hayal ediyordum. Gayet masum hayaller hani.. Fakat daha sonra kendi kendime "Ne diyorum lan ben, o benim en yakın arkadaşım!" deyip böyle şeyleri hayal etmemek için kendimi zorluyordum.

Neyse işte okul başladı, 10. sınıf olduk, artık buluşma vakti geldi. Ahmet'ten hoşlanmakla hoşlanmamak arasında kalan ben, artık iyice zorlanıyordum. Çünkü genellikle bana sarılıyor, sırada kesinlikle bir yerimiz (bacak olur, el olur, kol olur, omuz olur) temas ediyordu ve bu -çok basit şeyler olsa bile- kalp atışlarımın hızlanmasına yetiyordu. 9. sınıfta tipi o kadar da iyi olmayan Ahmet evrim geçirmişti sanki. Böyle çok tatlı bir şeye dönüşmüştü, al evde besle sev seviş falan.. Her neyse, öncelikle şunu demeliyim: En başta gerçekten ben bir şey yapmıyordum. Ahmet bana olması gerektiğinden fazla davranıyordu. Kendini bana cömertçe sunuyordu resmen.

Bir ay sonra, yaşanan her bir sayılı günden sonra, ben Ahmet'e aşık olduğumu anlamış ve kendime kabul ettirmiştim. Çok geçmeden Ahmet ikide bir bana gelip "Ya abi bana bi kız bul ya..." demeye başlamıştı. Ben de ona o zamanlar en yakın kız arkadaşlarımdan birini ayarlamıştım. Az ırıspı olmadığını sonradan öğrenmiştim tabi..

Neyse işte bu ikisi çıkmaya başladılar, fakat bu kızımız (ismi Ayşe olur, Selin olur, Merve olur siz seçin) Ahmet'le yanında ben olmadığım takdirde buluşmuyordu. Aslında baktığınızda "ya bak işte kız seni çok seviyor, sen olmadan sevgilisiyle bile buluşmuyor" falan demeyin sakın, ağzınıza terlikle vururum. Ne zaman onlarla buluşsam tüm dikkatlerini birbirlerine veriyorlar, ben de orda sap gibi kalıp öpüşmelerini izliyordum. Zaten sonra bu Merve denen ...... bana atar yaptı da konuşmaz olduk, bu sayede Ahmet de ondan ayrıldı.

Kısacası, Ahmet yeniden yalnızdı, benim canım Ahmet birisiyle öpüşürken veya tüm zamanını ona ayırırken daha fazla yanmıyordu, neredeyse çok mutluydum. Ve sonra bir gün geldi, o bir şey söyledi, ve neredeyse bir senemi bu söylediği sözün bende oluşturduğu umut üzerine harcadım. Bir gün okul çıkışı sadece ikimiz şehirde gidilebilecek en büyük alışveriş merkezine gittik oturduk McDonald's'ta bir şeyler yedik gezdik, tozduk, içtik, sıçtık, eğlendik... Hava kararmış, neredeyse gece olmuştu ve benim evime gidebilmek için geçen otobüse bimem gerekiyordu - yoksa sabaha kadar ya orada kalacaktım, ya da sorunlarım olan babamı aramam gerekecekti ki ben orada kalmayı tercih ederdim. Neyse, durağa gittik beraber, oturduk. Hava zifiri karanlık, etrafta başka işlerle uğraşıyormuş gibi görünen birkaç kişiden başka kimseler yok ve birden, hiç konuşmazken Ahmet ağzını araladı, tam olarak şunları söyledi:

"Ya aslında... Biliyor musun, aslında... Aslında ben seni birkaç kez öpmek istedim. (Burada attığı lafı endişeyle toplamaya çalışıyor) Yani, istiyordum, artık istemiyorum, ve sonra kendimden iğrendim!!"

Bu sırada ben de içimde tam olarak şunları yaşıyordum:


Dışımdansa böyle bir şeydi diye düşünüyorum:

Her neyse. Şimdi, sen, sen benim aşık olduğum en yakın arkadaşım, madem sen bunu yapmak istedin, daha önce neden yapmadın? Ben sana o kadar yakın davrandım, sen hiç mi anlamadın? Bir de durumu düzeltmeye çalışıyor ırıspı. O anda yapabileceklerim şöyleydi: Ya etraftaki insanların işleri ve havanın karanlığı yüzünden bizi görmeyeceklerini umarak ani bir şekilde onun dudaklarına yapışmak ve bir saniye sonra geri çekilip onun tepkisine göre devam etmek, ya da her hetero en yakın arkadaşın yapabileceği türden bir iğrenme, arkasından bir gülme, en arkasından da konuyu değiştirebilecek herhangi bir konu ortaya atmaktı.

Birincisini yapmayı istedim, gerçekten istedim. Hatta iki seçenekten ilkini yapabilmek için o kadar zorladım ki kendimi, beynimle ettiğim kavga süresinde çocuk bir-iki dakika boyunca endişeli endişeli, mal mal gözlerimin içine baktı. En sonunda dedim ki kendi kendime, çocuk kendisinden iğrendiğini söylüyor, eğer onu öpersem, eğer onu burada ve şimdi öpersem bir daha asla hiçbir şey eskisi gibi olmaz, benden de nefret eder, ve bu bana daha çok koyar. Sonuç olarak, ikinci seçenektekini harfiyen uyguladım. Birkaç dakika sonra da otobüs geldi zaten, ben de oturdum pencere kenarındaki koltuğa, açtım bir depresif şarkı ve yol boyu gözüm dola dola dışarıyı izledim.

Belki o gün Ahmet'i öpseydim her şey farklı olabilirdi. Ama ertesi gün hiçbir şey yaşanmamış gibi geldi ve ben de onu öpmemekle ne kadar yerinde bir karar verdiğimi anlamış oldum. Anlamıyordum, bazen bana çok yakın oluyordu, bazen de çok uzak. Bazen yüzüme bile bakmıyordu, bazen de..

Aman neyse, bu hikayenin devamını şu şekilde özetleyemek gerkirse, şehrin en kalabalık caddelerinin birinde yaklaşık 1-1,5 km el ele tutuşarak gezdik, birkaç kez beni yanağımdan öptü ve ben uçtum, ara bir umut verdi, bazen umutlarımı s.kip attı, en sonunda 6 ay çıkacağı bir sevgilisi oldu, ona benim hakkımdaki her şeyi anlattı, farkında olarak olmayarak çok acılar çektirdi. Aynı senenin birinci dönemi neredeyse bir süt olan Toby, ikinci dönemde sigara içen, her gün alkol alan, diğer kötü alışkanlıklara da başlamış, bokumsu ortamların her birine giren biri olup çıkmıştı.

Çok değişmiştim. Onun sayesinde hayatımdan zevk almasam da, her ne kadar her türlü kötü alışkanlığa başlamış olsam da artık hayatın her yönünü görmüş yaşamış, bir çok tehlike atlatmış ve nispeten olgunlaşmıştım. Yine de kendimi kabullenememiştim.

En yakın arkadaşa aşık olmak, aşkların en berbatı, en acı vereni, en sikimsoniği, en tehlikelisi, en platoniğidir. Aynı zamanda bu çekilen acı sizi değiştirir, olgunlaştırır. Tabi fazla olgunlaştırırsa da intihara kadar yolu vardır hehehe.

Şimdilik hepsi bu kadar. Gelecek yazımı kendimi nasıl kabullendiğim hakkında yazmayı düşünüyorum. Umarım hoşunuza gitmiştir.

Tobi.